Aileme Bir Sahabenin Hayatını Okuyorum
- Musab bin Umeyr (ra), Abdullah bin Mesud (ra) ve Hz Hamza (ra)'ın Hayatları Hakkında Bilgi Sahibi Olur
10. Gün Etkinlikleri | Proje Sayfası | 12. Gün Etkinlikleri |
SAHABE HAYATLARI
Peygamberimiz Hz Muhammed’in (sav) ashabından yani peygamberimizin Müslüman arkadaşlarından biridir. Mekke gençlerinin en zengini ve yakışıklısıdır Musab bin Umeyr…
Gençliğine rağmen meclislerin vazgeçilmez insanı olan Mus’ab, İşitti ki, Allah’ın Elçisi ve ona inananlar Erkam’ın evinde toplanıyorlardı. Hiç tereddüt etmeden bir akşam Erkam’ın evine gitti. Orada Allah’ın elçisi vardı. Ashabıyla karşılıklı oturmuşlar, onlara Kur’ân okuyor, onlarla beraber Allah için namaz kılıyorlardı. Mus’ab âdeta yerinde duramıyordu. O gün akşam Musab İslâm ile şereflendi. Adeta olgunlaşmış, hayatının akışı değişmişti. Daru’I-Erkam’a artık sürekli gidip geliyor, Resûlullah’ın dizi dibine oturuyordu. İman ettiğini annesinden gizliyordu. Çünkü annesi eğer onun Müslüman olduğunu duyarsa bunu kabul etmez, Musab’ı evlatlıktan reddedebilirdi. Nitekim bir gün evine geldiğinde annesinin öfkeli yüzüyle karşılaştı. Annesi ne dediyse de Musab’ı imanından vazgeçiremedi. Onu evde bir direğe bağlatarak hapsetti. Musab bir fırsatını bulup evden kaçmayı başardı ama annesi artık onun eve ait hiçbir imkândan faydalanamayacağını söyleyerek, fakirliğe terk etti.
Bir gün Musab Resûlullah’ın etrafında oturan müslümanların yanına gitti. Ansızın onu gören müslümanlar şefkatle başlarını kaldırıp baktılar, sonra bakışlarını indirdiler, bazılarının gözleri yaşarmıştı. Onu eski, döküntü bir elbise içinde görmüşlerdi. Halbuki onun imandan önceki hayatı refah ve bolluk içindeydi. Allah Resûlü bakışlarını ona çevirdi ve mübarek dudaklarından şu sözler döküldü: “Mus’ab’ı böyle görüyorum. Onun kadar ailesi bolluk içinde olan kimse yoktur Mekke’de. Ama o; bütün bu bolluğu ve varlığı Allah ve Resûlü’nün sevgisi uğruna terk etti.”
İşte o sırada Resûlullah, onun için önemli bir görev seçti. Medine’ye elçi olarak gönderecek, İslâm’ı öğretecek, başkalarının da Allah’ın dinine girmelerini sağlayacak ve Medine’yi büyük hicret günü için hazırlayacaktı. Halbuki yaşça çok küçük, henüz 19 yaşındaydı ama Mus’ab Allah’ın kendisine bahşettiği üstün akıl ve yaratılışla bu zor görevin üstesinden gelecekti.
Onun yüce imanı ve ihlası ile karşılaşan Medine halkı dalga dalga İslâm’a girdiler. Mus’ab aklı ve zekasıyla Allah Resûlü’nün ne kadar isabetli bir tercih yaptığını ispatlamıştı.
Günler ve yıllar birbirini kovalar, ulu Resûl ve sahâbesi Medine’ye hicret eder, Kureyş’in kini, düşmanlığı ise, kat kat artar, hatta müslümanların Mekke’den ayrılışını bâtıl inançlarının zaferi sayarlar. Ve Bedir Savaşı olur. Müşriklere iyi bir ders verilir. Arkasından Uhud Savaşına müslümanlar hazırlanırlar. Saf olmuş müslümanların arasında durur Resûlullah, tek tek yüzlerini inceler, sancağı teslim edeceği şahsı araştırır. Ve Mus’ab’a seslenir. Mus’ab öne çıkar, sancağı yüklenir. Savaşın sonlarına doğru Musab şehit edilir. Onu kefenleyecek çizgili bir bez parçasından başka bir şey yoktur. Başını örttüklerinde ayakları açıkta kalıyordu, ayaklarını örttüklerinde başı açılıyordu.
Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Başından itibaren örtün, ayaklarından açık kalan yeri de ızhır otuyla örtersiniz.” Nasıl üzülmesin Resûlullah? Savaş meydanında dostlarının, arkadaşlarının cesetleri. Her biri müşriklerce tahrip edilmiş. Nasıl üzülmesin Resûlullah? İlk elçisinin cesedinin başına durmuş, onu ötelere uğurluyor.
Evet... Resûlullah (s.a.v.) Mus’ab’ın başında durmuş: “Mü’minlerden öyle erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözde durdular” âyetini (Ahzab, 23) okudular. Sonra kefenlendiği gömleğine baktılar. Savaş alanına uzun uzun bakıp Resûlullah şöyle seslendi: “Allah’ın Resûlü size şahitlik ediyor ki; sizler kıyamet günü Allah’ın katında şehidlersiniz.” Sonra etrafındaki sağ kalan ashabına dönüp: “Ey insanlar! Onları ziyaret edin, onların yanına gidin, selâm verin. Allah’a yemin ederim ki, onlara bir müslüman kıyamet gününe kadar selâm verirse o selamı şehitler tarafından alınır.”
Selâm üzerine olsun ey Mus’ab… Selâm üzerinize olsun ey şehidler topluluğu… Selâm üzerine olsun. Musab bin Umeyr’in ruhuna bir Fatiha okuyalım…
Abdullah b. Mes’ûd ilk müslümanlardandır. O müslüman olduktan sonra hiç kimsenin yanından dahi geçmeye cesaret edemediği Mekke’nin ileri gelenlerinin, Kâbe’nin yakınındaki meclislerine gidip, başlarına dikilir ve o tatlı, akıcı sesiyle Kuran ayetlerini okurdu. Mekkeli müşrikler birinin ücretli işçisi, çobanı olan böyle fakir birinin kendilerine meydan okumasına bir türlü akıl erdiremezlerdi. Resûlullah’tan sonra Mekke’de Kur’ân’ı açıktan okuyan ilk kişi, Abdullah b. Mes’ûd idi. Bir gün Resûlullah’ın ashabı toplanmış, kendi aralarında konuşurlarken şöyle dediler: “Vallahi, Mekke bu Kur’ân’ın açıktan okunduğunu hiç duymadı, bunu onlara kim duyurabilir?” dediler. Abdullah b. Mes’ûd: “Ben!” diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar: “Sana bir zarar vermelerinden korkarız. Bize bu işi yapacak güçlü birisi lazım. Böyle olmalı ki, Mekkeli inanmayanlar ona zarar vermekten çekinsin.” dediler. Abdullah b. Mes’ûd: “Bırakın bu işi ben yapayım, Allah beni onlardan korur.” dedi. Netice Abdullah b. Mes’ûd onları ikna etti. Kuşluk vakti Kureyş’in ileri gelenlerinin toplandığı yere geldi. Onlara doğru yöneldi ve yüksek sesle Kur'ân okumaya başladı: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Kur’ân’ı Rahman olan Allah öğretti... İnsanı O yarattı... Ona beyanı O öğretti...” Bu şekilde okumasına devam etti. Bu durum karşısında Kureyş’in ileri gelenleri söylenmeye başladılar: “Bu, kölenin oğlu neler söylüyor böyle? Yoksa Muhammed’e inen âyetlerden mi okuyor?!” Hepsi birden ayağa kalktılar ve Abdullah b. Mes’ûd’u dövmeye başladılar. O ise, hâlâ gücü nispetinde okumasına devam ediyordu. Sonra yaralı bir vaziyette arkadaşlarının yanına döndü. Onun bu hâlini gören arkadaşlarına: “Allah düşmanlarını hiç bu kadar zayıf görmemiştim. Eğer isterseniz yarın gidip, aynı şeyi tekrarlayayım.” dedi. Ashab ise: “Bu yeterlidir, sen vazifeni yaptın. Onların kötü gördükleri şeyi onlara zorla işittirdin.” dediler.
İnsanlar içerisinde fakir, zayıf ve sıradan bir kişiydi. Rabbi’nin lütfu sayesinde Abdullah b. Mes’ûd peygamberimizden çok şey öğrenmiş, ümmetin alimi olmuştu. Şöyle derdi: “Yetmiş sûreyi bizzat Resûlullah’ın ağzından öğrendim. Bu konuda kimse benimle çekişemez.” Hz. Peygamber, ashabına Kur’ân’ın nasıl okunacağını ondan öğrenmelerini tavsiye ederdi.
Hz. Peygamber’in ashabı Abdullah b. Mes’ûd’dan bahsederler ve şöyle derlerdi: “Bize izin verilmezken ona izin verilir; bizim bulunmadığımız yerlerde o bulunurdu.” Onlar bu sözleriyle, Hz. Peygamber’in başkasına tanımadığı fırsatları ona tanıdığını anlatmak istiyorlardı. Bu cümleden olarak o, Hz. Peygamber’in evine herkesten daha çok girerdi. Onlarla başkasından daha fazla beraber olurdu. O hiç kimsenin bilmediği peygamberin sırlarını ve özel hâllerini bilirdi.
Onun özlü sözlerin bazıları da şunlardır: “Gerçek zenginlik, gönül zenginliğidir. En hayırlı azık, takvadır. En kötü körlük, kalp körlüğüdür. Yalan, en büyük hatadır. Faiz, kazançların en kötüsüdür. Yiyeceklerin en kötüsü, yetim malı yemektir. Affedeni Allah da affeder; hoşgörü gösterene Allah da hoşgörü gösterir.”
İşte bu, Resûlullah’ın arkadaşı Abdullah b. Mes’ûd ve onun yüce destansı hayatından bir kesit… Öyle bir hayat ki, baştan sona Allah’ın, Resûlü’nün ve dininin yolunda kullanılmış... İşte vücudu zayıf fakat imanı ve İslâm’ıyla gerçek büyüklüğü ve güçlülüğü tatmış ve yaşamış yüce insan... Abdullah b. Mes’ûd’un bacakları çok inceydi. Bir gün Resûlullah için misvak toplamak üzere bir ağaca tırmanmıştı. Bu arada onun bacaklarını gören ashab gülüşmeye başladı. Bunu gören Allah Resûlü: “İbn Mes’ûd’un bacaklarına mı gülüyorsunuz? Onlar kıyamet günü mizanda Uhud dağından dağa ağır geleceklerdir.” buyurmuştu. Evet, Abdullah b. Mes’ûd, fakir, işçi, zayıf bir insandı. Fakat imanı ve Allah’a yakınlığı sayesinde nur, hidâyet ve hayır önderleri arasındaki eşsiz yerini almış ve Resûlullah’ın, ashabından daha dünyada iken cennetle müjdelenen kişilerden biri olmuştu. Allah cennette onunla birlikte olmayı nasip etsin. Ruhuna Fatiha okuyalım…
Allah’ın Aslanı, Şehidler Sultanı Hz Hamza. Peygamberimizin amcası Hz Hamza, Allah Resûlü (s.a.v.) ve Hamza aynı nesilden olup akran sayılırlar. Beraber yürümüş, oynamışlar, aynı gelenek içinde yetişmişlerdi. Fakat daha sonra bu iki gençten her biri kendi yolunun yolcusuydu. Peygamberimiz İslam dinini tebliğ ettiğinde Hamza bu dine girmeyi seçmemiş ama yeğenini hep korumaya devam etmişti.
Bir gün Hamza evinden çıkmış yayı omzunda, en gözde sporu olan avlanmak için çöle doğru açılmıştı. Avcılıkta bayağı yetenekliydi Hamza. Avdan dönünce âdeti üzere Kâbe’ye gitti, tavaf etmek için harekete geçmişti ki, Kâbe’nin yanında Abdullah b. Ced’an’ın hizmetçisi karşıladı kendisini. Konuşmaya başlayıncaya kadar fark etmemişti onu. “Ey Hamza! Keşke bir görseydin Ebû Cehil’in yeğenin Muhammed’e (s.a.v.) yaptıklarını. Onu işte burada gördü, sövdü, ağzına geleni söyledi, çok aşırı şekilde çirkin davrandı.” Hizmetçi, Ebû Cehil’in, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) yaptıklarını tek tek anlattı. Hamza anlatılanları güzelce dinledi. Sonra başını önüne eğip biraz durdu. Elini yayına uzattı, yerine yerleştirdi, hızlı adımlarla Kâbe’¬ye doğru yöneldi… Ebû Cehil’i görmesi gerekiyordu. Onu orada bulamazsa peşini bırakmayacak, buluncaya kadar arayacaktı. Kâbe’ye nerede ise varmıştı. İşte Ebû Cehil oradaydı. Kâbe’nin avlusunda Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte oturuyordu. Gayet sakin bir şekilde karşısına dikildi Ebû Cehil’in. Sonra yayını sıyırıp Ebû Cehil’in kafasına bir tane indirdi. Başını yarmış, kanatmıştı. Daha oturanlar olayın dehşetinden ayılmaya kalmadan Hamza, Ebû Cehil’e haykırdı: “Ben onun dinini kabul ettiğim, onun söylediklerini söylediğim hâlde sen Muhammed’e (s.a.v.) söversin ha! Haydi gücün varsa bana karşılık ver bakalım!” Oturanlar liderlerine yapılan hakareti ve başından akan kanları unutmuşlar; daha çok yıldırım gibi inen bu sözlere takılmışlardı. Bu sözler Hamza’nın, Muhammed’in (s.a.v.) dini üzere olduğunu, onun düşünce ve sözünü paylaştığını ilan eden sözlerdi. Hamza müslüman mı oluyordu? Kureyş’in defetmeye imkân bulamayacağı bir felaketti Hamza. Zira Hamza’nın müslüman oluşu, pek çok insanı İslâm’a çekecekti. Evet... Hamza müslüman olmuş, bunu da topluluğa ilan etmişti. Allah İslâm’ı Hamza ile güçlendirmiş, onu Allah Resûlü’nü ve zayıf sahâbeyi koruyan güçlü bir kol kılmıştı. Önce Hamza’nın, sonra da Ömer’in müslüman oluşu, Arap kabilelerini etkilemiş ve grup grup İslâm’a girmelerine vesile olmuştu. Bundan ötürü de Allah Resûlü (s.a.v.) ona “Allah’ın Aslanı, Resûlü’nün Aslanı” lakabını uygun görmüştü.
Bedir Savaşını Müslümanlar kazanmıştı. Uhut savaşı için Mekkeli inanmayanların hazırlık yaptıklarını hatta Hz Hamza’yı öldürmek için özel bir adam tuttuklarını öğrenmişlerdi. Bu, mızrak atmada oldukça mahir,ismi Vahşi olan Habeşli bir köleydi. Savaşta onun tek görevi vardı: Hamza’yı öldürmek..Ve Uhud Savaşı… İki ordu birbirine girdi. Hamza da zırhını giymiş, savaş meydanına girmişti. Bir ileri bir geri hamlelerle yiğitçe savaşıyordu.
Şimdi gelin sözü Vahşi’ye verelim, manzarayı kendi cümlelerinden dinleyelim: “Ben Habeşli bir adamdım. Mızrağı onlar gibi atar, pek az hata yapardım. Savaş meydanında insanlar birbirine girdiğinde ben Hamza’yı arıyordum. Göz gezdirip dururken bir de baktım topluluğun ortasında iyice fark edilecek şekilde duruyor. Önünde kimse tutunamıyordu, geleni deviriyordu. Biraz daha yaklaşınca, saldırayım diye bir ağacın ardına gizlendim. İşte tam o sırada mızrağımı salladım. Mızrak hedefe isabet etmişti. Hamza bana doğru yöneldi; fakat güç bulamadı ve öldü. Yanına gittim, vücudunu kesip ciğerini çıkardım. Mızrağımı aldım ve sonra karargâha dönüp oturdum. Çünkü artık işim kalmamıştı, onu öldürmüştüm. Ve artık serbest kalmıştım.’’ Vahşi aradan belli bir zaman geçtikten sonra Müslüman olmaya karar vermiştir. Ama utancından dolayı peygamberimizin yakınlarında bulunamamıştır.
İşte böyle ermişti Allah’ın Arslanı şehâdet mertebesine. Allah Resûlü (s.a.v.) Hamza’yı çok seviyordu. Bu durum Hamza’nın sırf en sevdiği amcası olmaktan kaynaklanmıyordu. O aynı zamanda onun süt kardeşi, akranı, ömür boyu arkadaşı olmasından ötürü idi. İşte bu ayrılık anında Hz. Peygamber, onu uğurlamak için ona savaş şehidlerinin sayısınca namaz kılmaktan daha güzel bir şey bulamamıştı. Hamza’nın nâşı savaş meydanındaki namazgâha getirildi ve namazı kılındı. Sonra diğer bir şehid getirildi, onunki de kılındı O kaldırıldı, Hamza’nın nâşı yerinde bırakıldı. Üçüncü bir şehid getirilip Hamza’nın yanı başına konuldu ve Hz. Peygamber ikisinin de namazını kıldı. Bu şekilde tüm şehidler getirilmişti. O gün Hz. Peygamber hepsinin namazını tek tek kılarken, yetmiş kez de Hamza’nın namazını kılmıştı.
Müslüman olmasıyla pek çok kişinin hidayete ermesine vesile olan Allah’ın Arslanı hz Hamza’yı Rabbim cennetinde bize komşu eylesin. Ruhuna bir Fatiha okuyalım.
Adres:
Hilalkent Mahallesi Ayyıldız 4. Sokak No 5 Merkez / Kütahya
Telefon
(274) 5022326